AZİZ BENİ AFFETMELİ/YEŞİM TEKE

AZİZ BENİ AFFETMELİ/YEŞİM TEKE

Gülçin Tüzel Dokur | 01/10/2017

                        

Aziz ben çok uzak bir yerdeydim. Biliyorum sen olmadan gitmemeliydim ama içine düştüğüm gezegen beni gerçek hayatın orada yaşandığına dair kandırmaya çalıştı. Bunu öyle ustalıkla yaptı ki sen bile o gezegene ait olduğunu düşünebilirdin! Kendimi sana nasıl affettireceğimi bilmiyorum Azizim. Sanırım olanları en baştan anlatsam beni daha iyi anlarsın.

Evden çıkışımın ardından dizlerimde şiddetli ağrılar hissedene kadar yürüdüm. Yol boyunca hiç görmediğim insanların başına gelen olaylara göz ucuyla tanık oldum. İlk gördüğüm yaşlı ve savunmasız, gri uzun saçlı bir kadındı. Yüzünde üç ayrı hikayenin karışımı ve veda bakışı vardı. Geçmişten gelen hikaye şimdiki hikayesini alt üst ederken gelecekteki hikayesi için çok az bir zaman dilimi vardı. Bu sebepten olsa gerek veda bakışı. Dünü ve bugünü geride bırakarak son bir iki lokmalık ekmek, güneşte ısınmış su ve ölüm telaşı ile üçüncü hikayeyi tamamlayacaktı. Onun da benimle gelmesini isteyebilirdim ancak bu ikimize de büyük bir kötülük olabilirdi. Aziz onu izlerken kendimi gördüm. Hepimizin son hikayesini o kadının gözlerinde gördüm ve yoluma daha hızlı yürüyerek devam ettim. Sonraki gördüğüm, taze deride ışıl ışıl parlayan bir kadın ve yanındaki ileri yaştaki adam. Nedeni tahmin edilmesi zor biçimde hareketsiz ve ifadesiz yan yana oturuyorlardı. Elimde olmadan adımlarımı yavaşlattım ve daha dikkatli izledim.

Kadının gözlerinde nisan yağmuru ve sıcak şiirler vardı. Omzuna dökülen saçları rüzgarla yanındaki adama doğru uçuşurken, gözlerinde ise belirsizliğin içerisinde tutsak kalmışlık vardı. Daha sokulgan olabilirdi baba figürü olsa adam. Mesafeli ve ılımlı görünebilirdi kardeş olsa. Tanınmıyor olsa merak olurdu bakışlarda. Aşk mı? Dedim içimden. Belki vardı ve toz almıştı pencere kenarında. Toz alması bu birbiri ile bağlantısız ve zıt iki çift için çok normaldi. Ben olsam belki çamura dönüşür yürüdükçe ardımda izlerini bırakırdım bu aşkın. Aynı hizaya geldiğimiz an kadın ayağa kalktı, adamı öptü ve gitti. Acaba geri gelecek miydi? Adam şaşkın ve üzgün değildi. Mutlu asla. Sanırım aykırı olmak, baş kaldırmak ve topluma değil kendine göre yaşamak da sonsuz mutluluk getirmiyordu. Kendimize göre yaşasak da tüm kendine göre yaşayanlar bir araya geldiğinde adı yine topluluk oluyor. Yani toplum dönüp dolaşıp geri gelinen bir evdir. Bunları ruhumun penceresini açıp öyle düşündüm, çünkü yürümeye başladığımdan beri ruhumda bir duman oluşmaya başladı. Bir süre sağıma soluma bakmadan yürümeye karar verdim. Ayak parmaklarıma kondu bir serçe. Gagası ile tırnaklarıma hikaye anlatır gibi vuruyordu. Yavaşça eğilip onu elime aldım. Gözlerim onun küçük ve ürkek gözleri ile karşı karşıya geldiğinde elimden fırladı ve karşımda duran bir adamın kulağının üstüne kondu. Adamın kulağına az önce benim ayak parmaklarıma anlattığı hikayeyi anlatıyor gibiydi. Gözlerimi kuştan alıp adama baktığımda adamın iri, kahve ve uzun yoldan gelmiş gibi duran gözlerini gördüm. Başına buyruk kaşları ondan uzak durmam gerektiğini söylüyordu bana. Saçları sonbaharda yaprakları dökülen ağaç gibi dağınık ve kimsesizleşmişti. Omuzları basamakları çıkmakta zorlanan bir karınca gibi nefes nefeseydi. Elleri yılların verdiği çizgilerle dolmuştu ve çizgilerin içindeki derin kuyuyu yaşadığı hayatlardaki gözyaşı ile doldurmaya çalışıyor gibiydi. Ona doğru yaklaşırken kuş ikimizin arasından geçerek gökyüzüne doğru uçtu. Yüz yüze geldiğimizde ağzını bir kere bile açmadan bana gözleriyle tüm hikayesini anlattı. Şimdi de benden onun nasırlı ellerini tutmamı istiyordu. Tuttum ve onun ayaklarını takip etmeye başladım.

Ayaklarım yürümekte güçlük çekmeye başlamıştı ki durduk. Beni bir gölün yanına getirmişti. İntihar mı edeceğiz yoksa yüzecek miyiz diye düşünmeye başlamıştım ki beni öpmeye başladı. Alt dudağımı iri ağzının içerisine hapsederken, ağzım sanki yok olmuştu. Beni öyle derin öptü ki ağzından kalbine girdim. İçeride mavi bir gökyüzü yoktu ve sanırım hava bile yoktu! Her yerim kanarken, korkuyla ağlamaya başladım. Öyle çok ağladım ki tüm kan aktı gitti. Gözlerimi silerken etrafa bakınmaya başladım. Sol tarafta büyük bir kapı vardı. Ayağa kalktım ve kapının tokmağını çevirdim. Bu odada her yer nefret kokuyordu. Tam burnumu tıkayıp kapıyı kapatırken içeriden küçük bir çocuk sesi duydum. Dayanamadım içeri girdim kokuya rağmen. Dağınık nefretlerin arasında sağa sola çarparak ilerlerken çocuğun küçük ayaklarını görüp üzerine devrilmiş nefreti kaldırdım. İri, kahve gözleri gözyaşlarına boğulmuştu. Bana sarılıp teşekkür etti. Her ne kadar onunla vedalaşıp kapıyı kapatmak istesem de bırakmadı bacağımı. Mecburen onu yanıma alıp kapıyı kapattım. Sağ tarafta bir kapı daha vardı. Kapıyı açtım ve içeri girdik. Soğuk ve karanlıktı. Dikkatlice etrafa bakınırken duvarın köşesinde yüzünü duvara dayamış nefesleri hızlı bir genç adam vardı. Yavaşça elimle sırtına dokundum fakat dönmedi. Seslendim beni duymadı.

Son çare kolunun altından geçip önüne çıktım. Şimdi yüz yüze hatta dudaklarımız çılgınca bir öpücük mesafesindeydi. Gözlerime baktığında onu nereden tanıyor olduğum konusunda düşünmeye başladım. O ise sanki gözlerimde bir filmin son sahnesini izliyor gibiydi. Onu geriye itip hemen bu odayı terk etmeye karar verdim. Beni belimden kavrayıp kokumu ciğerine kadar çekti. Çocuk, genç adam ve ben odadan çıktık. Aklımı yavaş yavaş oynatmak üzereydim ki bu sefer tam karşımda tokmağı kırılmış bir kapı vardı. Elimle hafifçe ittim ve kapı ardına kadar açıldı. Üç kişi içeri girdiğimizde tek gördüğümüz kırmızı ışıklar altında, sallanan sandalyesinde kitap okuyan orta yaşlarda bir adamdı. Yanına doğru gittim ve ne okuduğuna dair bir göz attım. "DESCARTES DUYGULAR YA DA RUH HALLERİ" kitabını okuyordu. Aklıma Descartes'in " Nasıl ki büyük sevinçler hiçbir zaman gülmeye yol açmaz, aynı şekilde büyük bir kederde göz yaşlarına yol açmaz ; ama keder daha hafifse ve bir de sevgi ya da sevinç hissi ona eşlik ediyorsa ya da hemen ardından geliyorsa o başka. " cümleleri geldi. Elimde olmadan, çıktığım basit bir yürüyüşün karşıma çıkarıp beni düşürdüğü duygu ya da ruh halleri yüzünden gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Düşen bir damla kitabın yaprağını ıslatırken adam bir anda ayağa kalktı ve beni kolumdan sarstı. Gözlerimdeki yaşları sert derisi olan avuç içiyle silerken onu da yanıma almam gerektiğini anladım.

Dört kişi kapıdan çıktığımızda kalbin tam ortasında bir delik gördük. Bu yaşlı adamın kalbinin hasta olduğunu bilmiyordum. Deliğin kenarına oturdum ve delikten gelen uğultuları dinledim. Daha iyi duyabilmek için kafamı yaklaştırdığımda bir anda kendimi deliğin içerisinde aşağı doğru düşerken buldum. Bu düşüş ne kadar süre devam etti bilmiyorum ama gözlerimi açtığımda yaşlı adamla hala öpüşüyordum. Kendimi geri çektim ve göz bebeklerine baktım. Ağzımda onun tadı dolaşırken kendimi başka bir gezegende nefes alıyorum sandım. Bana doğru eğilip nasırlı elleriyle saçlarımı okşarken, onun kalbinin dünyadan daha çok oksijenle dolu olduğunu söyledi. Onun yaşanmışlık ve mayhoş kokan kokusuna kapılmıştım. Onunla dünyadaki insanların içerisinde hayat olduğunu bilmedikleri gezegende yaşamaya başladım.

Fakat Azizim, hayat sandığım şeyin bir kabus olduğunu kan ter içerisinde kaldırım taşında yatarken anladım. Ne dudakları ne de ihtiyar bedeni vardı yanımda. Yalnız ve üşümüştüm. Beni neden yalnız bıraktığı kısmı hafızamdan bıçak gibi kesilip alınmıştı. Tek anladığım yanılmış olmaktı. Sensiz bu evden çıkmamam gerektiğini unuttuğum için beni affet. Benim tek arkadaşım sensin. Sensiz hikayeler yazmaya devam edemeyeceğimi biliyorsun. Seni evimizde bekliyorum. 

 

YEŞİM TEKE

birazazbiraz.blogspot.com