BİLEZİK/MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
Gülçin Tüzel Dokur | 01/10/2017
Evet ilk öykümüz, Çamlıca Kız Lisesi'nden okul arkadaşım sevgili MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ'dan geldi.
Kendisine sitemize gönderdiği kendi kaleminden yazdığı bu güzel öyküsünden dolayı teşekkür ediyor, yazı hayatında başarılar diliyorum...Arkadaşım yüreğine ve emeğine sağlık, yazmaya devam...
Seni gizli bir hazine gibi içimde taşıdım hep. Herkesten sakladım. Çünkü sen, sürgün
aşkımdın benim.
Sürgün
olan biz miydik, yoksa aşkımız mı?
Atalarımızın, anne- babalarımızın mutluluk
içinde yaşadığı, bizim gözlerimizi açtığımız topraklardan gitmek mi zordu,
yoksa burada kalmak mı? Şimdi düşünüyorum da, umudumuz önde, yüreklerimiz
arkada yollara düştüğümüzde bu soruya cevap arayacak durumda değildi mübadillerin
hiçbiri. Köklerimizden kopup yüreğimizin yarısını geride bırakarak gelmiştik
hiç bilmediğimiz bu topraklara. Umut her şeyin ilacıydı. Yaralarımızı saracak,
incinen yanlarımızı onaracaktık bize kucak açan yeni yurdumuzda; ama öyle
olmadı. Bulgaristan’da Türk’tük, istenmeyendik; Türkiye’de ise Bulgar.
Peki
biz kimdik? Aşklarımız neden boynu bükük kalmıştı geride?
Bir leğene tuzlu su hazırlayıp içine
batırdığım yorgun ayaklarımı dinlendirmeye çalışırken düşünüyorum tüm bunları.
Yorgunluğum bedensel mi, yoksa zihinsel mi, ayırdına varamıyorum.
Bir düğün için hazırlanıyordum günlerdir.
En ince ayrıntısına kadar planlamıştım her şeyi. Yılların ağırlığından kurtulup
rahatlamak istiyordum. Kendi düğünümde bile bu kadar yorulmamıştım. Ne
gerekliyse arkadaşlarım yapmıştı. Gelinliği, ayakkabıyı onlar seçmiş, onların
belirlediği saç modeli uygulanmıştı. Çevremdekiler yüreğimin yangınını
bilmedikleri için, bu kadar heyecansız olmama bir anlam verememişler:
“Buldun
da bunadın, hem çok yakışıklı şu Niyazi Bey, hem de sosyal bir adam.” diyerek
bana takılmış, günün tadını çıkarmam
için ellerinden geleni yapmışlardı.
Sahi yakışıklı mıydı Niyazi? Onu seviyor muydum?
Sevmeye çalıştım Niyazi’yi. Kibar bir
adamdı. Kadın ruhunun derinliklerine sızmayı, oralarda sevinçler, heyecanlar
yeşertmeyi iyi bilirdi. Ne var ki yüreğim, Niyazi’nin içeri sızmasına engel
oluyordu. Yerimde bir başka kadın olsaydı, hiç şüphesiz, mutluluktan, göğe
merdiven kurardı.
Evlendiğimizden beri, Niyazi ile aramızda görünmez bir perde
vardı, iki yanında yaşadığımız, kaldırmadığım,
kaldıramadığım bir perde.
Görünmez
perdeler neyi örter, hem örter mi gerçekten?
Ayaklarımdan bedenime yayılan tatlı bir
rahatlama ile, oturduğum koltukta sızıp kalıyorum.
Bir düğün salonundayım. Tavandan, iplere asılmış bilezikler sarkıyor. Tavanın
ortasında bir bez bebek. Tavanın değişik yerlerine tutturulan ve içlerine bileziklerin geçirildiği ipler bu bebekte
birleşiyor. Köşelere de aynı bebeğin biraz küçükleri asılmış. Ben Sunay’la dans ediyorum. Elimin bir
hareketiyle, ortadaki bez bebeğin
içinden kalp şeklinde kuşlar çıkıyor; uçarak,
sarkan bileziklerin içine konuyorlar. Bilezikler ve kuşlar dans ediyor.
Sunay’a göz kırpıyorum, o gülümsüyor. Birden gözlerim köşelerdeki bebeklerin
gözlerine takılıyor. O gözler
büyüyor, korkunç ışıklar saçmaya
başlıyor, bana hınçla bakıyor. Gözler, kocaman ayakları olan kapkara böceklere
dönüşüyor, bebeklerden ayrılıp üstüme geliyor, etrafımı çeviriyor. Tavandaki
bilezikler ve kuşlar ortadaki bebeğin içine saklanıyor korkuyla. Böcek gözler gidip Vildan’ın göz çukurlarına
yerleşiyor. Vildan bana bakıp sırıtıyor. Başımı kaldırıp ortadaki bebeğe
bakıyorum. O da Sunay’a dönüşmüş, boynunu bükmüş, ellerini bana uzatmış, beni çağırıyor. Ayaklarım yerden kesiliyor,
uçuyorum. Tavana kadar uçup Sunay’ın ellerini tutuyorum. Ellerine dokunur dokunmaz içinden bilezikler
dökülüyor yere. Yuvarlana yuvarlana birbirlerini bulup birleşiyor, tek bir bilezik
oluyorlar. Sunay yine yanımda. Yerden bileziği alıp koluma takmaya çalışıyor,
takamıyor. Bilezik, kocaman bir demir yığınına dönüşüp yere düşüyor. Çıkan
sesle irkilip uyanıyorum.
Ayaklarım tuzlu suyun içinde buruş buruş
olmuş. Koltukta şöyle bir toparlanıyorum. Rüyanın da etkisiyle Bulgaristan’da,
Kırcaali’deki çocukluk günlerime uzanıyorum.
On yaşımdayım. Mutlu bir çocukluğum,
günlerimi dolu dolu geçirdiğim arkadaşlarım var. Bir de komşumuzun oğlu Sunay.
Akşamları mahallemizde açık hava sinemaları oluyor; çoluk- çocuk, anne- baba hep
sinemadayız. Sunay önceden gidip, yanında yer ayırıyor bana. Çekirdek
çitleyerek izliyoruz filmleri. Filmin konusuna göre kimi hüzünleniyor, kimi
gülüyoruz. Sunay’a aşığım, onun da beni sevdiğini biliyorum. Sanki dünyada bir
o var, bir de ben. Yakın arkadaşımız Vildan’ın varlığını bile unutuyoruz kimi
zaman.
Mutluluk uzun sürmüyor, herkeste bir telaş
ve hüzün var. Türkiye’ye gidecekmiş bazı aileler. Burada baskı varmış Türkler
üzerinde. Babam böyle anlatıyor, bizim
de gideceğimizi, resmi işlemlerimizin bittiğini söylüyor. Dünya başıma
yıkılıyor. Yüreğim paramparça. Sunaylar gitmeyecekmiş. Dedemlerin geride
kalacağını duyunca, onlardan ayrılacağım için üzülüyormuş gibi, Sunay’a
ağlıyorum.
O gün akşam sinemada Sunay’a ve
Vildan’a, Türkiye’ye gideceğimizi
söylüyorum. Sunay donup kalıyor, Vildan
ise pek etkilenmemiş görünüyor. Hatta sevindiğini görür gibi oluyor, ona
kızıyorum. Filmin bir bölümünde, Vildan kendini konuya kaptırmış hıçkırırken,
Sunay kulağıma eğilip:
“Yarın okulun arkasında buluşalım, ama
kimseye söylemek yok.” diyor.
Buluşuyoruz.
Birbirimize sarılıp ağlıyoruz. Birbirimizi unutmayacağımıza, ilerde
evleneceğimize yemin edip, okulun
bahçesindeki ağaçları kendimize tanık tutuyoruz. Sunay, elini cebine sokup bir
bilezik çıkarıyor, koluma takıyor.
“Annemin bilezikleri arasından aldım,
büyüyünce çalışır, yerine koyarım.”
“Alamam, bizimkiler görürse ne diyeceğim.”
Beni yanağımdan öpüyor, Öpülen
yanıma felç iniyor sanki, yüzümü hissetmiyorum. Ayrılıyoruz. Yüzümü tuta tuta koşar
adım eve geliyorum.
Şimdi bunları düşünürken elimi yanağıma
götürüyorum. Yüzüm alev alev yanıyor. O
günlerden ve kendimden kaçmak istiyorum.
“Kalk !” diyorum kendime. “ Toparlan, dök şu suyu! Elini yüzünü yıka!
Eşinle yürütemedin, ayrıldın, iki çocuğun var, biri nişanlı, diğeri evlenecek
yaşta. Bırak şu ergen hallerini. Bir sürgün, ömür boyu sürmez ki, alış
toprağına.”
Kalkıp leğendeki suyu döküyorum. Elimi
yüzümü yıkayıp pencereyi açıyorum. Kapının önünde bir grup çocuk saklambaç
oynuyor. Bu sefer de onlara dalıyor gözüm, yine geçmişe gidiyorum.
Bileziği eteğimin bel lastiği ile kumaşı
arasına sıkıştırıp eve geliyorum. Hırsızlık yapmış gibiyim, tir tir titriyorum.
Onu nereye saklayacağımı bilemiyorum. Çaresizlik içinde dolanırken, dedemin aldığı bez bebeğim gözüme ilişiyor.
Bebeğin karnını kesip içine saklıyorum bileziği, kestiğim yeri acemice
dikiyorum. Bugün bile sandığımda olan
bebeği, bir daha yanımdan hiç
ayırmıyorum. Niyazi gülmüştü bir gördüğünde.
“ Çocuk gibisin.” demişti. Ben
de “ O benim çocukluğum, çocukluk
ülkem.” diye cevap vermiş, içimden
“Sürgün aşkımın hazine sandığı” diye geçirmiştim.
Bulgaristan’dan ayrılırken ve Türkiye’ye
geldikten sonra Vildan aracılığı ile Sunay’a gönderdiğim mektupların
karşılıklarını boşuna beklemiş, Sunay’a boşuna kızmışım meğer. Yazdığım mektuplar Vildan’ı aşıp Sunay’a
ulaşamamış çünkü. İki yıl önce
Bulgaristan’a, dedemi görmeye gittiğimde öğrendim bu gerçeği. Sunay ve Vildan da evlenip Türkiye’ye
yerleşmişler, her yıl geliyorlarmış Bulgaristan’a. Çocukları da seviyormuş
Kırcaali’yi. Dedemle evin önünde, büyüklerin “ kasavet tahtası” dedikleri
oturakta sohbet ederken karşılaştık onlarla.
Bir suçlu gibi selamladı beni Sunay, Vildan’da ise bir zafer havası vardı.
Onlar da oturdular. Geçmişle aramıza görünmez bir perde çekerek söyleştik.
“Vildan
Günay eliyle” gönderdiğim mektuplarımın sürgünü bitmiş miydi? Sunay’ın sürgününü Vildan mı yazmıştı?
Pencereyi kapatıp yatak odama
gidiyorum. Dün, karnındaki dikişleri
söküp içinden bileziği çıkardığım bez bebeğim, boynunu bükmüş, beni bekliyor.
Elime alıp bugün olanları ona anlatıyorum.
“ Tam zamanında ulaştım düğün salonuna. Vildan çok güzel giyinmişti. Sunay hüzünlü mü, yoksa bana mı öyle geldi bilemedim. Sunay’ın kızı güzel bir gelin olmuş, damatla birbirlerine de çok yakışmışlar. Yer çekimi yokmuşçasına, ayaklarını yerden kesen danslarını ettikten sonra takı töreni başladı. Yerimden kalktım, genç çiftleri kutladım. Çantamı açıp bileziği çıkardım, gelinin koluna taktım. İşlediğim bir cinayetin yakalanma korkusuyla yıllarca taşıdığım suç aletinden kurtulmuş gibi rahatladım. Yıllardır bu sırrımı sakladığın için sana teşekkür ederim.”